9 Ocak 2014 Perşembe

Hümanizm Daha Beyaz Yıkar

Hümanizm bir tarafsızlık çağrısıyla bizi değerlerimizi terk etmeye davet ediyor. Bilgimiz, inancımız, tavırlarımız; ona göre, geçmiş bir çağa ait yüklerdir, insanlığı parçalamakta ve çatışmaya sebep olmaktadır; kendisi ise bütün bunların ötesinde, tarafların dışında, bütünleştirici bir noktayı, evrenselliği temsil etmektedir. Bu çağrıyı yaparken lutûfkâr görünür, değerlerinizi tamamen terk etmenizi istemez, bağlarınızı gevşetmenizi ve üst sistem olarak kendisine teslim olmanızı yeterli bulur. Değerlerinizi “evrensel değerler” sistemine entegre eder, birer “kültürel motif” veya teferruat seviyesine indirgerseniz, uyum içinde yaşayabileceğinizi telkin eder. Her ne renginiz varsa kabul, ne de olsa insansınız, kimse bir “kusursuzluk” arayışı içinde değil, ama başka renklere karşı saygılı olmalı, onları kendinizle eşit kabul etmelisiniz. Size bir leke gibi muamele edilmesini istemiyorsanız, bir iki ton açılmalısınız, sınırlarınız flu olmalı, hatta mümkünse diğer renklerle karışmalısınız. İnançlarınız, aidiyetleriniz sistemin işleyişini aksatmamalı; sürtüştükleri noktalarda törpülenmeli, gerekirse kısmen silinmeli... Varlığı, hayatı, hadiseleri kendi dünya görüşünüz açısından anlamlandırma faaliyetiniz tahdit edilmiştir, bunlar sistemi tehdit etmektedir. Sistem içinde sizin bir “düşmanınız” olamaz mesela; özel, bireysel hayatınızın dışında, sizinkine taban tabana zıt değerleri, sizinkiyle çatışma halinde olan veya böyle bir potansiyeli bulunan aidiyetleri, kendinizinkiyle “eşit” görmeniz gerekir, gerçekliğinizin gerçekliğini budamalı ve bu kompartmanlar içinde yaşamaktan vazgeçmelisiniz. “İnsanlık mirası” tatlı bir şeydir, ama yeri müzedir. Modernite öncesine ait “hurafelerin” hayatı yönetmesine ve insanlığı bölmesine izin verilemez. Size göre “küfür” olanı da, imanınızla bir kategoride tutmalı ve onu da bir zenginlik saymalısınız. Hele hele ona savaş açmak!?  Bütün bunlar sizin irrasyonel, sübjektif tercihlerinizdir; kişisel meselenizdir; toplumsal alana çıkarmak istiyorsanız, evcilleştirmeli, aşılarını yaptırmalı, tasmasını takmalı, kafesine kapatmalı ve sakın ola kimseyi “ısırmasına” izin vermemelisiniz. Hümanizmin mükemmel ötesi renksizliğine uyum sağlamalı ve mümkün olduğu kadar silikleşmelisiniz. İnsanlığın binlerce yıllık “deneyimi” ve de “tarihin laboratuvarı” göstermiştir ki işbu müktesebata teslim olmaktan maada kurtuluş çaresi yoktur.

“Filozof tuvali temizlemiş mi? Güzel… Belki şurada küçük bir petrol kuyusu vardır…”

13 Aralık 2013 Cuma

GECİKMİŞ BİR MERSİYE

Bu mâtemde olan derd ile hicrâne devâ olmaz
Bu feryâd-ı Hüseynî'dir dahî uşşâk nevâ olmaz

Hüseyn ile Hasen'dir ol Resûl'ün kurretü'l ayni
Sevenler âl ü evlâdı eşiğinden cüdâ olmaz

Tevallâsın teberrâsın bilen uşşâka aşk olsun
Tarîkatte budur âyin buna illâ ve lâ olmaz

Hüseyn-i Kerbelâ'nın vâkıât-ı mâtem-engîzi
Zebân-ı hâme-i savt u hurûf ile edâ olmaz

Fasîhâ nüh-felek yâkût u rummân ile pür olsa
O mihr-i âlemin bir katre kânına bahâ olmaz



Mersiye: Fasîh Ahmed Dede el-Mevlevî
Hat: Nemakahü'l fakîr hâk-i-pâ-yi evlâd-ı Ali İsmâîl ez-Zühdî, haşerallahü meahüm, âmîn. Sene fî 5 Şevvâl 1219

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Ba'ğ'zı İleri Kitabet Teknikleri


Bir yazı okuyorsunuz. Sinirleniyorsunuz. Başlıyorsunuz bağırıp çağırmaya, itiraz etmeye... Yapmayın. Manzaradan önce pencereyi tartışmak gerek, mantık oyunlarını fark etmeyince hiç girilmemesi gereken tartışmalar saçma sapan yerlere doğru uzayabiliyor. Dahası da vardır, geliştirilebilir; ama işte bu raksın figürlerinden bazıları…
*
"Falan konuda hemen herkes [yani bizimkilerin hepsi] hemfikir" kalıbıyla gir konuya. Meali: bu tartışılmaz bir argümandır ve kapı gibi delil olmakla kalmayıp tartışmanın çerçevesini belirleyecektir, konu hakkında ancak zokayı yutanlar söz söyleyebilir.

Araya "somut veri" at, ne olduğu anlaşılmayan veya sorgulanamayacak sayılar tercih sebebi, konuyla alakası olmayan verileri de kullanabilirsin. Mesela girişteki 'herkes'i bir kişi üzerinden ifade et, somut verileri kişinin tartışılmazlığını tescillemek için kullan, olayı 'ad hominem'e bağla.

Doğru verileri yanlış yorumlarla bağla. Haber kutsal yorum hür nasıl olsa, atış serbest. Mesela tabloyu doğru tasvir et, ama sebeplerini çarpıt.

Konuyla ilgili doğruların hepsini söyleme. Mesela muarızların kabahatlerini sayıp dök, mümkünse abart; ama muvafıklardan bahsetme. Onların “anasını orada görenin” kim olduğunu belli etme.

Farklı iddialara yer verme veya eksilterek, çarpıtarak hedef tahtasında yer ver. Özellikle tartışmanın kurgusuna müdahale edilmesine fırsat verme.

Araya bir iki tehdit at, bir iki parmak bal çal. Hem havuç, hem sopa olursa daha etkili olur. Sopa diye yazdıklarının bazıları için sepet havası olabileceğini, havuç diye ortaya attıklarının da bazıları için "kırk katır, kırk satır" olabileceğini sezdirme.

Sonuca giderken şah-kale açmazı kur, iddianı reddetseler de kabul etseler de senin işine yarasın.
*
Beyanın bir kısmında da gözbağcılık var gibi görünüyor...

28 Haziran 2013 Cuma

Duvarın Ardındaki Yanardağ


Pompei’nin Vezüv Yanardağına bakan bir şehir olduğunu duyunca vay be demiştim. Orada yaşayan insanlar yakınlarındaki tehlikeyi nasıl da tahmin edememişlerdi… Ahlaksızlık bir şehri nasıl sarabilmişti... Lut Kavmi’nin yaşadığı bölge de söylediklerine göre deprem bölgesiymiş. İlahî takdirle bu kavimlerin yok edilmesinin bilimsel izahını dinledikçe bu halklara sormak istediğim sorular şunlar:

Ey Pompeili ya da Lut Kavminden olan kişi! Allah’a ve peygamberlerine isyan ediyorsun. Yanardağın eteğinde yaşayıp, kendinden nasıl böyle emin olabiliyorsun da düzeltmiyorsun halini? İlâhî düzenin değil de kaosun parçası oluyorsun. Neden? Çehov dediyse ki, ‘duvardaki silah oyunun sonunda patlar’ diye, o yanardağ dahi patlayacaktı ey Lûtî ya da Pompeili.

Bu soruları sordum ve rahatsız oldum sonra. Zira bir şeyi hatırladım: Yanıbaşımızda kaynayan bir volkan değil mi Suriye? Öyleyse, helak edilen kavimlerle en az bir ortak özelliğimiz var demektir. Hayatımızı film şeridi gibi göz önünden geçirip istiğfar etmek için de yeterince sebep... 

27 Haziran 2013 Perşembe

BEŞ PARMAĞIN BEŞİ DE BİR




BAŞPARMAK: (Bu tutmuş)
      -Uçurumdan düşüyorum Hızır,elimi tut

Başparmağın olmasaydı  nasıl tutunurdun hayatın bir kenarına? Başlarken buradan başla, tesbihi fır dödüren o. Sadece iki boğum halbuki,Katlanırken tahammülsüz görünür,ama hiç soru işâreti yoktur bükülüşünde. Tokalaşırken mesela, dostluğu kavrayamazsın onu bir elin üstüne kuşatırcasına kapatmazsan. Yumruk’ta bir işe yaramaz ama,dördü bükülüp bir arada bir balyoza dönüşürken o ya dördün altında ya da üstünde öyle mahzun ve boynu bükük bekler.Tâ ki dördü bir, bir uzun olup düşeni kavrayamadığında Hızır olsun da tutup çıkarsın uçurumun kenarındakini.. Yersiz baş dönmelerinden,dönüp duran hayallerden baş alamayıp uçuruma,uçuruma giderken beş parmağı bir avuçta cem ederek kavramanın kilit taşı başparmak. Adı Hızır olsa ne gam!...
-Uçurumdan,uçurumdan,uçurumdan…Tut Hızır!
Sen o başparmağı tanısan tutunursun.Her zaman en üsttedir o..Sen gevşetme elini sakın. Dördünü baştakinin boyun eğmesine bırak. O üstüne kapandıkça sımsıkıdır kilit.
Başparmak : “Korkma!...Ben varım”
“KORKma,ben varım” diyor HıZıR. “İçinde bir gövdeyi enine boyuna biçen HıZaRların uğultusunu dindirecek benim sesimdir.Kendinden gitmeye HaZıR olduğunda varılacak HuZuR iklimi benim.”

“HıZıR’ı göreydim” diyordu,”göreydim alırdım âb-ı hayatın esrârını”
En yakınındaki sordu;”Peki görsen nasıl tanıyacaksın Hızır’ı?”
Güldü beriki:”İşâretleri varmış..” dedi,”Bilseydim işaretlerini,görür görmez tanırdım”.
En yakınındaki; “Hızır’ın..” dedi,”bastığı her yer yemyeşil olurmuş,işte böyle”. Bir adım attı ve yemyeşil oldu bastığı yer. “Sonra gölgesi yere düşmezmiş,biliyor musun?” dedi, “benimki gibi..” En yakınındakinin gölgesi yere düşmüyordu. “Bir de..” dedi,”Başın dönüp bir uçurumdan düşecek gibi olduğunda sımsıkı kavrar elini,bırakmaz,bunun gibi..” Bunu derken berikinin elini tutmuştu sımsıkı,başparmağı bir dünyayı kavruyor gibiydi.
Beriki hemen elini çekti,zıpladı sevinçle:”Çok sağol..” dedi,”Şimdi biliyorum artık işaretleri, nerede görsem tanırım HıZıR’ı,işaretlerini öğrendim ya,arar bulurum!...”

İŞARET PARMAĞI : (Bu göstermiş)
-Ay’ı gösteriyorum çölde,ya da en parlak yıldızı. Çölde yönünü ancak ay’a ya da en parlak yıldız’a bakarak bulabilirsin. Ya da ikiye bölünürken ay,işaret eden parmağı.

   Bir âb-ı hayat parmaklardan akacaksa –ki aktı- başçeşmesi işâret parmağı olurdu. Oldu.
Kimi tehditkar azarlarken sallanır,kimi sükutun kıymetini göstermeye mücaz dudağın üzerinde bir elif.  “Bir”i gösterir hep,dördü kesretin dehşetinden büzülmüşken, o dimdik… Olup bitenin şahididir ve şehâdete kalkar teklifsizce diz üzerinde. Sözün kifayetsiz kaldığı yerde tevhid’i haykırır tüm susukunluğu ile. Öyle bir suskunluk ki, feryadından 72 âlem berâvâz.
En dehşetli günde âb-ı hayata mahz-ı mucize olup uzanan her teşneleb’i gül yaprağına döndüren o muciz parmak. Şakk-ı kamer’i işâret edip, dengeyi bir milim oynatmadan iki dağ arasına iki parça indiren o üç boğum kudret…
-Ay’ı göremiyorum HıZır!..Ne de bir yıldızın gözkırpması var baktığım yerde.. Çöldeyim ve susamış…
-Parmağıma bak sadece..O sana yolu gösterir. Su desen..Âb-ı hayat pınarı ki..Sebîl.

ORTA PARMAK: (Bu susmuş)

-          Bir üsttekinin altı ile bunun üstü tütün sarısı!...

Ah!.. Ben seni hep işaret parmağına peyrev gördüm hep,halbuki boya posa baksan en uzunlarısın,en gösterişlisi ve de en muzırı. Duman duman tükenen cigarayı kavrayan alt yan. Sen bükül kendine ve orta boğumdan öteki eldeki ikizine yaslan. Sen, ötedeki senden kolayına ayrılamazsın. Sen sende sabit-kadem durursan, yüzük parmağı da ötekinden ayrılamaz.

-          Bu hep susuyor mu Hızır?
-          Ötekine konuşur, o da hem kendi hem değil.

YÜZÜK PARMAĞI (Bu kırılmış)

-Tek başına niye açılmıyor bu?
-O çok başına tek de ondan….

Ne kadar içinde yalnız görünsen de sevdiklerinle çoğalıyorsun hep. Aşk’a nişan ve hükme işaret bir sağından bir soluna değişse de ,hep sende. Serçe parmağı dışlamayın,ilk dördünüz bir araya gelip “mükemmel”e remz olurken. İkiyi bir ediyorsan ne kolay, ama yalnız ve çok başınasın ki yüklendiğin emanet aşkı taşımakta, nişanlı ya da nişansız. Nasıl bu?

-Gel bir oyun oynayalım seninle.. Beş parmağı diğer elin beş parmağı ile birleştir parmak uçlarından. Sonra orta parmakları ikinci boğumundan birbirine yasla.Diğer dördü uc uca değsin. Değdi mi?
Orta parmak sensin. Kendinden ayrılman muhal. Zorlarsan diğerleri ayrılmadan ayrılabilirsin de oyunumuzun konusu bu değil…
-Oynatalım Hızır..Böyleyken ne?
-Şimdi birleştirdiğin iki başparmağını ayır.Diğerleri yerinde iken. Bu ebeveynindir. Gün gelir kendine ait bir hayat kurar,ayrılırsın onlardan.
Sonra işaret parmağını ayır.. Bunlar da hayatına giren dostlarındır. Dem gelir onlar da çeker gider hayatından nedenli nedensiz.
Ve şimdi serçe parmağını ayır. Bunlar da çocukların. Gün olup kendilerine ait bir hayat kurmak için ayrılacaklar senin hayatından
-Ne kaldı?
- Şimdi yüzük parmağını ayır bakalım!...
-Ayrılmıyor ki Hızır!.. Neden ayrılmıyor???
Neden “yüzük parmağı” ise, ondan ayrılmıyor. Otomatik sevgi yapıştırıcısı gibi bir şey olabilir…
-Ya ayırmam gerekirse illâ..Ya nasıl???
-Kırarak ayırabilirsin!...Ya da hepsini darmadağın ederek.

SERÇE PARMAK : (Bu unutmuş)

Ne kadar da kısasın, ne işe yararsın sen?
-          Lades tutuşmaya yararım en çok

Akıl beni aldatamazsın…Aklımda.   

-İdris Mahfi Erenler-

26 Haziran 2013 Çarşamba

Çok Eskiden..

"İhtiyarladım artık.. Eskisi gibi gücüm yok. Gene erken açıyorum tükanı. Onda değişen bir şey yok. Evvelden, gençken kalma mecburiyetim olduğu için ustam gelmeden hazır olurdum kapı önünde. Şimdiyse, azalan gece uykum yüzünden erkenciyim.

Gerçi gelsem de giremiyorum içeri. Ustanın oğlu alarım taktırmış. Bir kıraathanede ne çalınacaksa artık. Açıp kapamayı beceremediğimden, ötenin sabahçı kahvesinde haytanın gelmesini bekliyorum.

Senelerdir yaptığım iş belli. Evvela, sandalyeleri indiriyorum. Eskiden 5 dakikamı almazdı.. Ama şimdi kemiklerimdeki sızı çok fena evlad.. Yarım saate anca indiriyorum iskemleleri. Çuhaları serip kültablalarını yerleştirdim diyene kadar saat 7 oluyor. Çayın suyu da kaynamış oluyor. Ama ben öğlene kadar çay içmem. Ihlamur iyi geliyor boğazlarıma. Ufak demliğe bastırıveriyorum yaprakları. Tek şeker atıyorum senelerdir. Hekimlere göre o bile fazla imiş aslında bu yaşıma göre ama ne yapayım? Alışkanlık işte. Yoğurdu bile şekersiz yiyemiyorum. Hep rahmetli babanemin huyları bunlar..

Tahta zemini sulayım süpürdüm diye kadar saat oluyor. Zaten müdavimler de o zaman gelmeye başlıyor. Tükana giriş sıraları hala aynı. Senelerdir. Bir ara haciz geldi ustaya. Kapattı kıraathaneyi epey bir zaman. Neyse ki, o yaz benim oğlan ameliyat olmuşu bademciklerinden de koşturmaktan bir şey anlayamamıştım. Akabinde Afyon'daki Kaplıcalara gittik maaile de, anca dönünce boşta kaldım biraz. Usta borcu ödeyip tükanı tekrar açınca müdavimler gene dizildiler ip gibi. Birkaç eksik olsa da şenlenmeye mani bir vaziyet olmadı. İskemleler doldu, okey taşları çıkırdadı. Niğde Gazozları ısmarlandı.

 Şu ara da, günlük hesap defterinin yanında bu müsveddeleri karalar oldum. Senelerdir muhabbet ettiğim yarenler kışın zoraki gelir oldular. Çoğu aynı benim gibi ihtiyar. Yolda kayıp düşmekten korkuyorlar. Yazın desen, memleket havası diye bir gidiyorlar, 3 aydan önce dönene aşk olsun. Gençlerle de konuşacak bir şey yok. Gazeteler bulmacaların karesini de azalttı aksi gibi. Ne yapayım ben ya? Aklıma gelenleri yazayım bari dedim. Giren çıkanı, gelmeyip kayıplara karışanları, gelse de gitmese dediklerimi bir bir yazar oldum. Hafızamı tazeler oldum. İyi oldum..

 Böyle yazarken dalıp dalıp gitmesem bir de iyi olacak da işte ihtyarlık.. İki dakka dalmaya gelmiyor. Berberin velet kolasının parasını ödemeden sıvıştı işte. Neyse..

Ali Osman Özgenç
3 Teşrinievvel 995"

Cânıma bir merhabâ sundu ezelde çeşm-i yâr

"Kelâm-ı kibâr, kibâr-ı kelâmest" buyurmuş kudemâ. Yani "Büyüklerin sözü,sözün büyüğüdür".


İşte bu kibâr-ı kelâmı deruhte edenlerden biri de Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın vezirlerinden Ahmed Paşa. 
Aslen Edirneli olan Ahmed Paşa,vezâret ve devlet adamlığı cihetinden maâda şâirlik ciheti ile tebeyyün etmiş bir zât-ı âli-kadr.Çağının sultân-ı şuarâsı. Ziyâ Paşa, Necâtî ve Zâtî ile birlikte kendisini "Türkî sühâna temel komuşlar" diyerek taltîf eder.
Bir çok beyti berceste olarak dillerde dolaşan Ahmed Paşa'nın "Çîn-i zülfün miske benzettim hatâsın bilmedim" matla'lı bir gazeli vardır ki her beyti bercestedir. 

Buradan buyrun: 




Çîn-i zülfün miske benzettim hatâsın bilmedim

Key perîşân söyledim bu yüz karasın bilmedim

Ben kara toprağ idim cân verdi bûyundan sabâ
Hey ne cân-perver kıyâmet dil-rübâsın bilmedim

Kad kıyâmet gamze âfet zülf fitne hat belâ
Âh kim ben hüsnünün bunca belâsın bilmedim

Dün tabîbe derd-i dilden bir devâ sordum dedi
Gam yemeden özge bu derdin devâsın bilmedim

Cânıma bir merhabâ sundu ezelde çeşm-i yâr
Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim

Kadd-i dil-dârın hevâ-dârı değilse zülf-i yâr
Her kademde n'için öper hâk-i pâsın bilmedim

Kasdı hâk etmek değilse ömrünü âşıkların
Ayağa n'için salar zülf-i dü-tâsın bilmedim

Ben kemân-ı vaslını çekmek dilerdim dilberin
Hecr hükm-endâz imiş tîr-i kazâsın bilmedim

Sidreye benzettiğim ayb etme cânâ kaddini
K'anı benzetmekde bundan müntehâsın bilmedim

Çün cihândan yeğ bilir ma'şûk sırrın âşıkın
Pes neden dinler rakîbin iftirâsın bilmedim

Hâk-i pâyin açtı dil çeşmin ki gördüm hüsnünü
Nice cevherdendir anın tûtîyâsın bilmedim

Çün tabîb-i la'line anber satar hindû benin
Yâ neden bekler lebin dârü'ş-şifâsın bilmedim

İçi yandığından ağlar şem'-i meclis hâlime
Yâr oda n'için yakar ben mübtelâsın bilmedim

Bana dilberden inâyet istemen ey dostlar
Sanmasın düşman beni kadr-i cefâsın bilmedim

Nâmeye nâmın yazarken gitti aklım âh kim
Nice yazdım ruk'a-i medh ü senâsın bilmedim

Kaçtı AHMED hışm-ı çeşminden velî bir kimseye
Sâye-i zülfünden özge ilticâsın bilmedim